6 Nisan 2012 Cuma

12 Eylül: Hesaplaşma mı helalleşme mi?

12 Eylül’ün en önemli iki icracısı Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın yargılanması 4 Nisan’da Ankara’da başladı. Dava için sabah erken saatlerden itibaren yüzlerce insan mahkeme önünde toplanmaya başladı. Fakat gün boyu mahkeme önünde edindiğim izlenimlere göre toplumun bu davadan pek bir şey beklediği söylenemez. Yakın zamanda iki dava için yine Ankara Adliyesi önünde miting havasında büyük gösteriler düzenlenmişti. Bunlardan ilki Hopa tutuklusu öğrenciler için diğeri Sivas davası için yapılmıştı. İki davada da oradaydım ve hava 4 Nisan’dakinden çok farklıydı. Somut bir beklenti, öfke ve sürecin seyrini değiştirme azmi vardı onlarda. 12 Eylül davasına katılım ise daha çok “vazifeyi yerine getirmek” içindi sanki.

Gün boyu adliye önünde birçok kişiyle görüşme şansım oldu. Diyebilirim ki alan ikiye ayrılmıştı: “bu davanın sahnelenen bir oyundan başka bir şey olmadığını biliyoruz ve bunu deşifre etmek için buradayız” diyenlerle, “yalnızca iki general yargılanıyor olsa da bu dava demokrasinin gelişimi için önemli bir adımdır” diyenler. Fakat şu bir gerçek ki oraya gelen Berfo ananın, Özgür Kemal Karabulut’un annesinin, Mazlum Doğan’ın ablasının ve diğer 12 Eylül’ün yok ettiği bedenlerin yakınlarının acısı bir dava ile dinecek gibi değil.

Sabah saatlerinden itibaren gruplar halinde insanlar adliye önüne gelmeye başlıyor. Kitle örgütleri siyasi partiler… Önde Disk’in çarkı, ardında kırmızı önlükleriyle işçiler geliyor. 12 Eylül “gazileri”, onların çocukları ve yakınları. Bugün burada eski bir defter yeniden açılıyor. Gerçi, kime sorsam “biz o defteri hiç kapatmadık ki?” cevabını alıyorum. Fotoğrafını çekmeye çalıştığım ve kanımca 12 Eylül’de o da nasibini almış bir hanımefendi “dur” diyor. Hemen bir koşu gidip bir eline Mahir Çayan’ın diğer eline Yusuf Aslan’ın fotoğraflarını alıp poz veriyor ve ekliyor: “yakamdaki Behice Hanım da çıktı mı?

Adliye önündeki çimlerin üzerinde sayısız insan fotoğrafları var. Kimisi meşhur devrimci liderlerin kimisi 12 Eylül’de idam edilenlerin, kaybedilenlerin, haber alınamayanların, işkencede ölenlerin fotoğrafları. Yani bu ülkenin karanlık tarihinin gömdüğü aydınlık yüzler. Çoğu genç yaşta.

Kürsüye sırasıyla konuşmacılar çıkıyor, ‘Özgürlük Mahkumları’ ve ‘Daye’ şarkılarıyla Ferhat Tunç, ‘Şafak Türküsü’ Şiiriyle Nevzat Çelik, Ahmet Telli, Temel Demirer, Mehmet Özer, Mazlum Doğan’ın ablası Serap Doğan, sedyeyle getirilen Berfo Ana… En içten konuşmalardan birini Özgür Kemal Karabulut’un annesi yapıyor: oğlunu almak için okuluna 300 polis gelmiş. Oğlunun, onların gözünde ne kadar büyüdüğünü, ondan ne kadar korktuklarını gösterdiğini söylüyor. “Savcıya dedim ki oğlumu neden yargılıyorsunuz, böyle vakalar olabilir dedi. Bu analar unutur mu bunları. Bunların hepsi bizim kanımıza susamış.”

Davaya mazeret bildiren Evren ve Şahinkaya katılmadığı için iddianame okunmadı. Müdahillik talepleri değerlendirildi. Dava daha uzun süre devam edecek gibi görünüyor fakat Çağdaş Hukukçular Derneği Başkanı Selçuk Kozağaçlı’nın mahkemeyi terk etme gerekçesi davanın yürüdüğü mecra hakkında önemli bir ipucu veriyor. Kozağaçlı hazırlanan iddianamede özellikle Fatsa olaylarıyla ilgili bölüme atıf yaparak burada yaşananların terör eylemi olarak tanımlanmasının yapılan darbeyi de meşrulaştırmış olacağını dolayısıyla bu iddianameyle bu mahkemenin 12 Eylül Darbesi’ni yargılayamayacağını belirterek salondan ayrıldı.

12 Eylül Darbesi Türkiye tarihinin son 30 yılında etkileri hala devam etmekte olan büyük bir travma olarak tarihteki yerini aldı. Gerçek şu ki; bu travmanın atlatılabilmesi ve köklü bir hesaplaşmanın gerçekleşmesi için toplumun 12 Eylül’le beraber kaybettiği özgüvenini, örgütlerini ve haklarını geri kazanması, kendi bugünü ve yarını için yeniden söz söyleyebilme cüretini toplayabilmesi gerekiyor.

4 Şubat 2012 Cumartesi

“Babalar gibi satarım”


Alışmak en kötüsü... İnsan bir alışmaya görsün, ondan sonrası müzmin çaresizliktir. Çünkü alışmak artık elde avuçta karşı koyacak bir şeyin kalmamasıdır. Mecburiyettir, itaattir, zaruri katlanmaktır. Dahası artık öyle yaşamaktır, her ne kadar öyle yaşamak istemesen de. Öyle yaşamaktan başka çarenin olmamasıdır. Öyle yaşamaktan başka bir çareyi düşünememektir. Sanki sonu gelmeyecek bir döngüde yuvarlanıp gitmektir.  O yüzden alışmak insanın en büyük düşmanıdır.

Memleketim insanı çok şeye alıştı; yoksulluğa, işsizliğe, soyguna, yolsuzluğa, yalana… Ama alışkanlık girdabının kara deliğinde insanlığını kaybetmeye alışmak vardır. İnsanlığını kaybettin mi onu geri bulmak zordur, belki imkânsız. Lakin ona da alışıyoruz. 

Bütün bir hafta gazete manşetlerine malzeme olan şu kızını sözleşmeyle satan baba hikâyesi malumunuz. Herkesin midesini bulandırdığı kadar beni de tiksindirdi, fakat üzülerek söylemem gerekirse hiç şaşırtmadı. Dedim ya alışkanlığın kara deliği insanlığını kaybetmeye alışmaktır diye, işte biz ona alışmaya başladık çünkü. Bu mesele kızını satan babanın düşkünlüğüyle, onu satın alan adamın iğrençliğiyle ilgili bir şey değil.  Bu toplumun “para için ne kadarını yaparsın?” tartışmasına alışmasıyla ilgili. Kızının ameliyat masraflarını karşılamak için kendini satan kadını konu eden bir yerli dizinin günlerce konuşulduğu, tartışıldığı, “sizce haklı mıydı haksız mıydı” diye anketlere vurulduğu da olmadı mı?

Birkaç yıl önce hükümetlerin efsanesi Ak Parti hükümetinin efsane bakanlarından biri çıkıp “babalar gibi satarım” demişti. Nedense yukarıdaki haberi okuyunca aklıma ilk bu geldi. Biz koca memleket olarak sözleşmeyle satılmışız, tecavüze uğramışız. Sonra bir yetkili bay demiş ki ben sizin babanızım, satarım. Biz buna alışmış “vatandaşlar” olarak, Allah aşkına, babasının kızını sattığı haberlerine mi şaşırıyoruz? 

Buradan, çocuk istismarına şimdilik göz yumalım da önce memleketi kurtaralım fikrini çıkarma mendeburluğuna kimse girmeden söyleyeyim; bazen siz bir şeyi anlatmak isterken tersini örgütlersiniz. Hani “İnseption” filminde şöyle bir replik vardı:

 -sana filleri düşünme desem ne düşünürsün?
–filleri. 

İnternetten çocuk pornosunun en çok tıklandığı dönem medyada günlerce çocuk pornosunun ne kadar yaygınlaştığının gündem olduğu dönemdir. Demem o ki doğuyu söylemek kâr etmez, mesele doğruyu örgütlemektir.