4 Şubat 2012 Cumartesi

“Babalar gibi satarım”


Alışmak en kötüsü... İnsan bir alışmaya görsün, ondan sonrası müzmin çaresizliktir. Çünkü alışmak artık elde avuçta karşı koyacak bir şeyin kalmamasıdır. Mecburiyettir, itaattir, zaruri katlanmaktır. Dahası artık öyle yaşamaktır, her ne kadar öyle yaşamak istemesen de. Öyle yaşamaktan başka çarenin olmamasıdır. Öyle yaşamaktan başka bir çareyi düşünememektir. Sanki sonu gelmeyecek bir döngüde yuvarlanıp gitmektir.  O yüzden alışmak insanın en büyük düşmanıdır.

Memleketim insanı çok şeye alıştı; yoksulluğa, işsizliğe, soyguna, yolsuzluğa, yalana… Ama alışkanlık girdabının kara deliğinde insanlığını kaybetmeye alışmak vardır. İnsanlığını kaybettin mi onu geri bulmak zordur, belki imkânsız. Lakin ona da alışıyoruz. 

Bütün bir hafta gazete manşetlerine malzeme olan şu kızını sözleşmeyle satan baba hikâyesi malumunuz. Herkesin midesini bulandırdığı kadar beni de tiksindirdi, fakat üzülerek söylemem gerekirse hiç şaşırtmadı. Dedim ya alışkanlığın kara deliği insanlığını kaybetmeye alışmaktır diye, işte biz ona alışmaya başladık çünkü. Bu mesele kızını satan babanın düşkünlüğüyle, onu satın alan adamın iğrençliğiyle ilgili bir şey değil.  Bu toplumun “para için ne kadarını yaparsın?” tartışmasına alışmasıyla ilgili. Kızının ameliyat masraflarını karşılamak için kendini satan kadını konu eden bir yerli dizinin günlerce konuşulduğu, tartışıldığı, “sizce haklı mıydı haksız mıydı” diye anketlere vurulduğu da olmadı mı?

Birkaç yıl önce hükümetlerin efsanesi Ak Parti hükümetinin efsane bakanlarından biri çıkıp “babalar gibi satarım” demişti. Nedense yukarıdaki haberi okuyunca aklıma ilk bu geldi. Biz koca memleket olarak sözleşmeyle satılmışız, tecavüze uğramışız. Sonra bir yetkili bay demiş ki ben sizin babanızım, satarım. Biz buna alışmış “vatandaşlar” olarak, Allah aşkına, babasının kızını sattığı haberlerine mi şaşırıyoruz? 

Buradan, çocuk istismarına şimdilik göz yumalım da önce memleketi kurtaralım fikrini çıkarma mendeburluğuna kimse girmeden söyleyeyim; bazen siz bir şeyi anlatmak isterken tersini örgütlersiniz. Hani “İnseption” filminde şöyle bir replik vardı:

 -sana filleri düşünme desem ne düşünürsün?
–filleri. 

İnternetten çocuk pornosunun en çok tıklandığı dönem medyada günlerce çocuk pornosunun ne kadar yaygınlaştığının gündem olduğu dönemdir. Demem o ki doğuyu söylemek kâr etmez, mesele doğruyu örgütlemektir.

1 yorum:

  1. "Çocuğumun toprağa verilmesi için gerekli olan para bir yana, cebimde
    bir bardak su bile alabilecek kadar para yoktu.
    Ama en az benim kadar fakir olan erkek ve kız arkadaşlarım, ellerinden
    geldiğince yardım etiler. Buna rağmen halen on frank eksiğim vardı.
    Saat sabahın dördüydü. Üzerimde çok büyük duran ve kolu yamalı olan
    mantomu giyip karanlığın ortasına daldım.
    Marcelle'i düşünüyordum; şanssızlığımı ve halen eksik olan on frankı.
    Kendimi sokaklarda ağır ağır sürüyordum.
    Birden arkamdan biri "Hey bebek!" diye seslendi. "Benimle biraz
    eğlenmek için ne istersin?"
    İri yapılı bir adam alaylı alaylı sırıtıyordu. Beni sokak kızlarıyla
    karıştırmıştı.
    Yoksa onu tokatlar ve küfrederdim! Ama ümitsizliğin ve çaresizliğin
    etrafımı sardığı bu gecede yapamayacağım hiçbir şey yoktu. Bu nedenle daha
    önce de bahsettiğim bu yabancıya "On frank!" dedim.
    Beni hemen kolumdan tutup küçük bir otele götürdü.
    Otel sahibinden odamızın numarasını öğrendikten sonra merdivenleri
    çıktı. Kendi kendime: "Bu imkansız! Böyle bir şey yapamazsın!" diyordum.
    Odaya girdikten sonra yabancı önümde durdu ve sırıtarak, "Al, sana on
    frankı peşin vereyim" dedi.
    Parayı masanın üzerine koydu. Daha sonra tekrar bana döndü. Ellerini
    omuzlarıma koyduğunda, bu iri yapılı adamla kendime olan saygımı yitirmeden
    başa çıkamayacağımı anladım.
    Yabancı bana soğuk bir bakış fırlattı. "Daha ne bekliyorsun?" diye
    sordu.
    Hıçkıra hıçkıra ağlamaya ve ona hikayemi anlatmaya başladım: çocuğumun
    ölümünü, toprağa verilmesi için gerekli olan eksik on frankı...
    Bana acıdığını ve gitmeme izin vereceğini anlamıştım.
    Omuzlarını silkti ve kısık bir sesle, "Git bebeğim!" dedi. "Hayat her
    zaman insana gülümsemiyor, öyle değil mi?"
    İşte, bugüne kadar darda kalanlara en ufak bir karşılık bile
    beklemeden yardım etmemin asıl nedeni bu adamdır."
    Bu sözlerin sahibi, Édith Piaf... Fransızlar ona kaldırım serçesi diyormuş. Bu olay beni çok sarsmıştı. Bence satmak ve satın almak da bir ölçü çeşididir. Erdemin mezurası... Ne yazık ki öyle... Bir insan, sattığı veya satın aldığı şeylerle erdemliliğin neresinden tutuyor görebiliriz. Bir de satılanlar ve haberciler vardır. Satılanlar konusunda ne desem ukala bir yorum olur. Fekat habercilere hayranlığımı gizleyemiyorum. (Tabi sadece hayranlığımı gizleyemediklerime!) Onlar ki; güzel abimiz, ruhu şad olsun Sokrates’in de dediği gibi: “Ayağa kalkamayacak kadar miskinleşmiş bir atı, sürekli rahatsız ederek dik durmaya zorlayan at sinekleridir.” Onların vicdanları kapsayıcıdır, başkalarını da hissederler. Biz bazen onlardan haberdar oluruz ama onlar çoğunluğumuzdan haberdardırlar. Kim bilir yüzde kaçımız onlardandır. Ama her zaman vardırlar. Bazıları içten gelen kadim haberleri ulaştırırlar bize Bedrettin gibi… Bazıları ise bizi bize anlatır. Nasıl olursa olsun vicdanları tutanak tutanlardır. Şahitlerdir. Afkanistan’da çenesine şarapnel saplananı da gördüm. Ücra bir barda çalışanını da… O sebeple sevgili dost, ümidi yitirme. O kara delik var. O pezevenk de var. Ama sizler de varsınız. Saygılarımla…

    YanıtlaSil